30.03.2013

PARA MIKNATISI..


Kendinizi zannettiğiniz kadar zengin ya da fakirsiniz.

Parayı çok fazla istedeğimizde, eninde sonunda, bağımlı olduğumuz hedefin, putlaştırılmasına sebep oluruz. Kitapta paranın enerji olduğunu ve ne kadar çok kendimize cekmek için uğraşırsak o kadar kendimizden uzaklaştırırız mantığını öğreniyoruz.


"Para bütün kötülüklerin anasıdır." Lafını "Para sevdası tüm kötülüklerin anasıdır." Lafı ile değiştirilmeli.

Parayı kendine çekme özelliğinin geliştirilmesi büyük ölçüde paranın uygun şekilde nasıl kullanılabileceğini anlamaya dayanmaktır.

Zenginlik ne demek? ?

Herkes için farklıdır bencede önce bunu bilmemiz gerekiyor. Sizce zenginilik ne demek yorumlarınızı bekliyorum..

Tuaf olan şey, çok az para ile geçinen insanların dünya nimetlerinden daha fazla yararlanması, daha çok tatile çıkması ve parası olanların asla beceremez gibi gözüktüğü bir şekilde, başka konularda da daha fazlasını yapmasıdır.

Paralarını tedbirli bir şekilde harcamak yerine meteliksiz kalıncaya kadar saçıp savuran pek çok film yıldızının hikayelerini hatırlaýın.

Buradaki mesele sadece ne kadara sahip olduğunuz değil, daha ziyade sahip olduğunuzu nasıl kullanıcağınızı ne kadar iyi bildiğiniz meselesidir.

Bir insan kendisini hissettiği kadar zengin ya da fakirdir.

Zenginlik "bolluk bilinci" dir. Ve fakirlik ise yokluk bilinci. Zenginlik ve fakirliğin her ikisi de ruh halidir.

Zenginlik bilinci zenginliği çeker.

Evrenden bir şey talep ederken pasif olmayın. Şansın size gelmesini beklemeyin.

Kendinize güvenin ve sizin, kendinizin, Kozmik gerçekliği oluşturan bütünün parçalarından biri olduğunuzu bilin.Zaten bulluk içinde yaşıyor olduğunuz bilincini kazandığınızda, daha fazla zenginliği kendinize doğru çekeceksiniz.

Öldükten sonra Aziz Peter tarafından cennette gezdirilen biri adamın hikayesi vardır. Dolaşırlarken, Aziz Peter in "cennetin hurdalığı" olarak adlandırdığı bir yere gelirler.

Aziz Peter, "Burada dünyada yaşayan insanlara cennetten gönderilen ama onların reddettiği tüm hediyeleri bulacaksın" diye açıklar.

Yeni gelen, " Ama bu mümkün değil!" DER. "Bunların bazıları çok güzel. Şurada duran Cadillac arabaya bak. Bunu kim reddetmiş olabilir ki?"

"Özellikle o araba yı sorman ilginç" diye yanıtlar Aziz Peter. " Aslına bakarsan, o Cadillac ı reddeden kişi sendin."

"İmkansız! " diye karşı çıkar öteki. "Bu kadar muhteşem bir hediye yi asla geri çevirmezdim."

"Ne olursa olsun, o sendin. Cadillac sana teslim edilmek üzere hazır bekliyordu. Ama sen bir araba sahibi olabilmek için her dua edişinde, gözünde küçük bir Volkswagen i canlandırıyordun."

İnsanlara fikirlerini nasıl gerçeğe dönüştüreceklerinin öğreten kitaplardan benim bildiklerimin çoğunu, istenilen şeyi, boyutu ve şekline kadar tüm detaylarıyla imgelemenin (düş taplosu) önemi üzerinde dururlar. Bir araba mı istiyorsunuz? Hangi modeli istiyorsanız onu, rengini , şeklini gözünüzün önüne getirin; onu garajinıza park etmiş şeklinde, hatta belki anahtarları üzerinde hayal edin...

Yazar Hakkında....

J.Donald Walters, aynı amaçla bir araya gelmiş insanların oluşturduğu topluluklardan en büyüğünü kurmuş ve yönetmekte olup; iyi tanınan East-West zinciri, iki yayınevi, çeşitli doğal gıda dükkanları ve restoranları, dört okul, iki tane dünyaca bilinen dinlenme merkezi ve diğer küçük işletmeler olmak üzere tamamı büyümeyi ve güçlenmeyi sürdüren yatırımların kuruluşunu idare etmiştir. Kitapları ve müzik kayıtları dünya çapında 2,5 milyon adet satmış ve 22 dile çevrilmiştir.

Bu kitapta bulunan bir kaç tane yazıyı da sizinle paylaşıcağım bence bilinmesi gereken çok güzel konular bunlar.... iyi okumalar. 

29.03.2013

KARİYER KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI


Kariyer kavramı, tam anlamıyla 1970' li yıllarda incelemeye alınıp, iş dünyasında kullanılmaya başlanmıştır. Ancak yönetim tarihine baktığımız zaman kariyer kavramının, moderb kamu hizmeti anlayışının gelişmeye başladığı on altıncı yüzyıldan başlayarak, özellikle devlet memurluğu kavramı ile beraber ortaya çıkıp, gelişme gösterdiği görülmektedir. Kariyer kavramının on altıncı yüzyıldan bu yana keşfedilmiş olmasına rağmen, insanlık ve iş dünyası için bilimsel olarak kullanılmaya başlaması ilk olarak Anne Roe' nun 1956 yılında yazmış olduğu 'Meslekler Psikolojisi' kitabında görülmektedir.

Daha sonra 1950 yılında Donald E. Supper' in yazdığı 'Kariyer Psikolojisi', 1963 yılında Triedeman ve O' Hara' nın 'Kariyer Gelişimi Seçimi ve Uyarlanması ile Bireysel Kariyer Gelişimi Teorisi ' ve bunlara ilave olarak 1966 yılında John Holland' ın yazmış olduğu ' Meslek Tercihi Teorisi' kariyer konusunu tartışılır hale getirmiştir.

1970' li yıllardan bu yana ise, kariyerin ve insan yaşamının nasıl gelişim ve değişim gösterdiği, bilim adamlarının daha yoğun biçimde ilgi odağı olmuştur. 1980' lerden sonra ise globalleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni yönetimsel yaklaşımlar,örgütlerde kariyer konusunu ön plana çıkarmıştır. Kariyer kavramının bu gelişiminde, özellikle insan psikolojisinin ve örgüt içindeki davranışlarının önemli olduğu da ifade edilebilir.

MOBBİNGCİ TİPLERİ



1- Narsisist Mobbingciler; Narsisist kişilik üstünlük duygusu, beğenilme gereksinmesi ve empati yeteneğinden yoksun olmanın yarattığı bir yapıdır. Narsisist, kendisinin çok önemli olduğu duygusunu taşır. Narsisistler gösterdikleri başarıları ve sahip oldukları becerileri olağanüstü olarak görüp abartırlar. Yeterli bir başarı göstermemekle birlikte, diğerlerinin, kendilerini üstün bir birey, değerli bir kişilik olarak kabul etmelerini beklerler.

2- Hiddetli, Bağırgan Mobbingciler; Bunlar tipik mobbingcilerdir. Korku verip yıldırarak, kontrol sağlamaya çalışırlar. Bu tarz insanlarla yaşamak adeta olanaksızdır. Karakterleri nedeniyle duygularını kontrol edemezler. Hiç sebep yokken etrafındakilere bağırır, çağırır, küfür ve beddua ederler. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi yeniden işlerinin başına dönüp çalışabilirler. Her şeyin onların söylediği şekilde yapılmasını isterler ve sık sık amirin veya patronun kendileri olduğunu hatırlatır. Aradıkları kişiyi, yerinde bulamamalarına tahammülleri yoktur.

3- İki Yüzlü Yılan Mobbingciler; Bunlara, saman altından su yürüten mobbingciler adı da verilebilir. Bu tarz mobbingciler, devamlı yeni kötülüklerin peşindedir. Kurbanlarını hiç rahat bırakmazlar. Mobbing yapmaktan büyük zevk duyarlar. Karşısındakini strese sokmak ve mahvetmek için devamlı yeni yollar ararlar. Başkalarının üstünlüğünü, başarılarını ve yükselmelerini hazmedemezler. Yaptıkları her şeyin çok iyi bilincindedirler. Suçu çok rahat başkasının üzerine atabilecekleri gibi, masum olduklarına dair hemen yemin etmeye de hazırdırlar.

4- Megaloman Mobbingciler; Kendilerini büyütme gereksinimi ve numara yapma, kişiliklerinin en önemli özelliklerindendir. Kendine güvensizlikleri, başkalarına karşı kıskançlık, nefret ve saldırganlık şeklinde yansır. Hedef seçtikleri kişilere sürekli kendilerinin üst olduğunu kabul ettirme gereği duyarlar. Koşullara göre yeni kurallar oluştururlar. Bu uydurdukları kurallara kendilerini dışında herkes uymak zorundadır.

5- Eleştirici Mobbingciler; Sürekli olumsuzdurlar. Hata ararlar. Sürekli konuşur, şikayet ederler. Etrafındaki kişileri şikayetleri ile bıktırırlar. Diğer çalışanları sürekli çalışmaya ittikleri için, kendi yöneticileri tarafından sevilirler.

6- Hayal Kırıklığına Uğramış Mobbingciler; Mobbingci bireyin, çalışma yaşamı dışında kendi özel yaşamında karşılaştığı problemler veya çatışmalar, genellikle onda giderilmesi güç bir hayal kırıklığına yol açarlar. Ancak çoğu kez bu çatışmalar, gerçek sınırlarını aşıp iş ortamına taşınır ve bir şekilde iş arkadaşlarına yöneltilir. Yaşanan tüm olumsuz duygular, tüm yetersizlikler veya kötü deneyimler, başkalarına boşaltılmaktadır.
 
7- Fesat Mobbingciler; Devamlı yeni kötülükler arayışında olup, iftiralarla başkalarını yaralamaya çalışırlar.

8- Tesadüfi Mobbingciler; Bir çatışmanın gelişmesi sonucunda üstün taraf olma özelliği kazanarak rastlantısal olarak ortaya çıkarlar. Karşılarında hedef aldıkları kişiyi adeta tamamen mahvetmeye hazırdırlar.

9- Pusuda Bekleyen Mobbingciler; Bu tip mobbingciler, görünüşte izleyici konumundadır. Hedef kişiye bariz bir şekilde saldırarak çatışma içinde yer almasalar da sanki pusuda bekler gibidirler. Mağdura karşı yapılan psikolojik tacizi durdurmak için hiçbir girişimde bulunmamaları, bir diğer deyişle tepkisizlikleri de, onlara işyerinde psikolojik tacizci ile eşdeğer nitelik kazandırmaktadır.

10- Dalkavuk Mobbingciler; Amirlerinin gözüne girmek için devamlı yaranma halindedirler. Sanki amirlerinin dalkavuğu gibi hareket ederler. Yine amirlerinin gözüne çalışkan gözükmek için astlarına bağırıp çağırır, adeta terör estirirler.

11- Zorba Mobbingciler; Son derece acımasız ve zalimdirler.Başkalarının gereksinmelerine, isteklerine hiç önem vermezler. Kendilerini herkesin üstünde gördüklerinden herkese köle gibi davranmaktan çekinmezler.

12- Korkak Mobbingciler; Bir başkasının kendisinden daha başarılı olacağını, daha çabuk yükseleceğini düşündüklerinde dahi paniğe kapılırlar. Rakip kişinin onun görevlerini veya konumunu elinden alacağından korkarlar. Kendilerini korumak için başkalarına mobbing uygulama yolunu seçerler.

13- Kıskanç Mobbingciler; Bu tarz mobbingciler, bir başka kişinin kendisinden daha iyi olduğunu asla kabul etmez. İşyerindeki başarılı kişiyi yok etmek için psikolojik taciz silah olarak kullanmaya başlar.

14- Hırslı Mobbingciler; Bu kişiler, hedefledikleri yer kendi beceri ve yeteneklerinin üstünde dahi olsa yükselmek için her şeyi göze alırlar.Yasal olmayan yollara bile başvurmaktan kaçınmazlar. Kendi çıkarları uğruna her şeyi ezip geçerler. Çok acımasızdırlar.

Kaynak: İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)
Prof. Dr. Pınar Tınaz
 

27.03.2013

MOBBİNG’ İN FİZYOLOJİK BELİRTİLERİ



Fizyolojik belirtileri 9 farklı grupta ele alabiliriz.

Beyinle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Sıkıntı, panik atak, depresyon, yarım baş ağrısı, baş dönmesi. Hafıza kaybı, dikkati toplayamama ve uykusuzluk.

Deriyle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Kaşınma, kızarma, pullanma veya döküntü gibi deri hastalıkları.

Gözlerle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Ansızın göz kararması, görmede bulanıklık.

Boyun ve sırtla ilgili Fizyolojik Belirtiler; Boyun kaslarında ve sırtta ağrı.

Kalple ilgili Fizyolojik Belirtiler; Hızlı ve düzensiz çarpıntılar, kalp krizi.

Eklemlerle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Titreme, terleme, bacaklarda halsizlik hissetme, kas ağrıları.

Sindirim sistemiyle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Yanma, ekşime, hazım zorluğu gibi mide rahatsızlıkları, ülser. Bazı ileri olgularda bulimya.

Solunum sistemiyle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Nefessiz kalma, nefes almama gibi solunum sorunları

Bağışıklık sistemiyle ilgili Fizyolojik Belirtiler; Organizmanın savunma yapılarında zayıflama, hastalıklara çok çabuk yakalanabilme.

 

 

Kaynak: İşyerinde psikolojik Taciz (Mobbing)

Prof. Dr. Pınar Tınaz

26.03.2013

AŞKBOOK-6


EVET EVET DEĞİŞECEK!!!

En başta verdiğimiz bir söz var ya, özellikle evlenenler için söylüyorum bunu 'Ölene kadar seveceğime söz veriyorum' yahu o kadar güzel bir geceyi böyle bariz bir yalanla nasıl batırabiliyorsunuz?



Size ölene kadar sevgi olmaz ASLA demiyorum. Elbette olur, çok da güzel olur. Altını çizmek istediğim şey şu; siz bu sözü verirken kastettiğiniz şey aslında SEVECEĞİM değil, seninle ölene kadar evli kalacağım.

İşte bu sözü - her ne kadar iyi niyetli olsanız bile- veremezsiniz. İkinci kitabımda verdiğim örneği burada da kullanmak istiyorum.

Bir düdüklü tencere aldığınızda, eğer kutusunda HAYAT BOYU GARANTİ yazısını görüyorsanızeminim siz de benim gibi gülümsüyorsunuzdur. Kimin hayatı, ya şirket kapanırsa, ya ben kazık takmış bir şekilde 108 yıl yaşarsam? O kadar boş bir garanti ki verdikleri. Bir tencerden bile beklemeyeceğiniz şeyi evlendiğiniz insandan bekliyorsunuz, Valla BRAVO.

Evet bir evlilik bile yaşam boyu sürebilir. Ben de öyle olsun isterim kendi evliliğim için AMA bunun olması için sözler veremem ve söz isteyemem ÇÜNKÜ her gün değişiyoruz. Her gecen yıl bizi farklı birisi yapıyor ve bir ilişki, evlilik ancak, iki tarafta paralel değişim içindeyse hayatlarının sonuna kadar sürebilir. Bu konuyu en son biraz daha deşeceğim merak etmeyin. Şimdi bahsetmek istediğim şeyse DEĞİŞİM.

Biri ile birliktesiniz ve sevmediğiniz bazı huyları var. Belki sizi anlamıyor, belki sizi eleştiriyor, belki sizde olan ve onun sevmediği bazı özellikler yüzünden tartışıyorsunuz, belki çocuğun yetiştirilmesi ile ilgili fikir ayrılıkları yaşıyorsunuz.

Yaşadığınız sorun her ne ise, eğer TOLERE ediyorsanız yandınız. Çünkü bir yandan tolere ederken bir yandan da karşınız daki insanın değişmesi üzerine YATIRIM yapmaya başlıyorsunuz. Ve başlıyorsunuz beklemeye 'Ee hadi değişsin ama..'

Eğer kendisi durumun farkında değilse, kendisi bunun değişmesi gerektiğinin farkında değilse ASLA DEĞİŞMEYECEK, daha doğrusu sizin istediğiniz yönde değişmeyecek çünkü farkında olmadığı sürece doğru bir şey yaptığını zannediyor. Siz onun değişmesini beklediğiniz, umutla beklediğiniz sürece, onu tolere ediyor olacaksınız. Ve sakın unutmayın; tolerasyon bir meziyet değil, aksine ateşin üzerinde unutulmuş düdüklü tenceredir ve PATLAYACAKTIR. Siz de eminim sonunda patlayacaksınız. İşte ondan sonra hakimin önüne geçer ve 'şiddetli geçimsizilik' maddesi altında boşanırsınız, hiç şaşırmayın.

Karşınızdaki insanın beğenmesiğiniz bir huyu varsa lütfen kendinize şu soruyu sorun.

-Bu huyunun HİÇ değişmemesini ama hiç değişmemesini KABUL EDEBİLİYOR MUSUNUZ?

Öyle mahsuscuktan kabul etmekten bahsetmiyorum. Gerçekten kabul etmekten bahsediyorum. Bunu yapamıyorsanız, karşınızda ki insana değişebilmesi için gereken alanı, gereken fırsatı tanımıyorsunuz demektir. Çünkü enerjinizle, bakışınızla,laflarınızla sürekli değişmediğini hatırlatacaksınız ona.

Esra ile ilk defa birlikte yaşamaya başladığımızda bir huyu beni fazlasıyla rahatsız etmeye başlamıştı. Esra tam bir telefonkolikti. Hala bugün bile ne zaman bu hikayeyi anlatsam itiraz eder. Aslında itirazlarında haklı da çünkü onun algısına göre çok doğal olan, benim algıma göre doğal olmayan bir şeyi yapıyor. Yani ikimiz de haklıyız. Ben sadece kendi açımdan olayı yaşadığım şekli sizlerle paylaşacağım.

Ne zaman arabaya binsek hemen telefona sarılır, ne zaman bir yerde yemek yesek mutlaka telefonda olur. VE ben bu durumu bir türlü kabullenemiyordum. Zaten önceki kısımları da hatırlarsınız, o zamanlar sevgininde ispatlanmasının peşinde olduğum için bu beni iyice çıldırtıyordu.

Tolerayon vitesine geçmiş bir şekilde yaşıyorduk günlerimiz. Önce konuştum, olmadı. Sonra tartıştım, yine olmadı. Hatta inatlaşma yoluna bile gittim. O her telefon çaldığında ben birilerini arıyor ve daha yüksek sesle konuşuyordum. Telefonu ilk açan o olduğu içim 'telefondayım biraz yavaş' diye fırça yiyip oturuyordum aşağı.

Sonunda size tavsiye ettiğim soruyu kendime sordum.

'Esra hiç değişmesse, hayatı boyunca böyle kalsa, ben bunu kabullenebilir miyim?'

İlk tepkim elbette hiç iç açıcı değildi. Kabus gibiydi hatta. Fakat sonra bu ilişkinin güzel yanlarını düşünmeye başladım. İki seçeneğim vardı. Ya bu yüzden sürekli tartışacak ve olayları iyice çukura itecektim, ki bu ilişkinin ileride bitmesine bile yol açabilirdi ya da bir şekilde bu durumla huzur içinde yaşamayı öğrenecektim. Ben ilişkiyi seçtim. Her bu duruma maruz kaldığımda, durumun içinde huzur bulacağım bir şeyler aramaya başladım.

-Ee bak ne güzel o telefondayken benim de kendime ayıracak vaktim oluyor.
-Ben de hafta mı planlarım.
-Bir film seyrederim.

Artık aklıma ne geldiyse odağımı oraya çevirdim. Bir süre sonra, iki ay kadar kısa bir süre sonra durum benim için tamamen kabul edilebilir bir hal almıştı.

Bir akşam eve geldiğimde Esra yine telefondaydı. Kafamı salondan içeri uzatıp ona bir öpücük gönderdim ve banyoya girmeye karar verdim. Telefonda olması beni rahatsız etmediği gibi aksine 'ohh bende güzel bir köpük banyosu yapar, günün yorgunluğunu atarım.' diye düşündüm. Tam banyo kapısından girerken Esra' nın sesini duydum. Telefonda ki arkadaşına şöyle diyordu.

-Canım Aykut şimdi geldi. Öğleden beri görüşemedik. Onunla vakit geçireyim şimdi, seni yarın ararım.

İki ay önce duyabilmek için sağ kolumu feda edebileceğim cümleyi söylemişti. Hem de ben artık hiç beklemiyorken. Beklemediğimden eminim çünkü bunu duyduğumda benim aklımdan geçen düşünce ise şu olmuştu.

-Ama ben köpük banyosu yapacaktım yahu ;)))

Onun değişmesine BAĞIMLI olmadan, değişmesi için yatırım yapmadan durumu kendi içimde kabul etmiş VE ona EĞER ARZU EDİYORSA değişebilmesi için gerekli alanı vermiştim.

Burada özellikle sizi uyarmak istediğim bir şey var. Bu konuyu size bu kadar kısa biir sürede anlatabilir miyim emin değilim ama yine de ucundan çıtlatayım.

Karşınızdakini kabullenmeyi, sakın size yapılan bazı diğer davranışlarla karıştırmayın.
Buna benzer örnekleri anlattıktan sonra bir öğrencim olayı ters yöne doğru götürmeye başlamıştı. Kocası sürekli hakaret ediyor, arkadaş grupları içinde karısını aşağılıyor, 'sen beceremezsin,sen salaksın,sen elini bir işe attın mı o iş yandı.' gibi cümlelerle konuya devam ediyordu. Öğrencim bu durumu kabullenmeye çalışmaya çalışmış.

Aman diyiyim burada çok dikkat edin;

Odundan mermer masa yapamazsınız. Evet o odunu siz çektiniz kendinize ama mermer masa yapın diye değil. Neyin ne olduğunu anlayın diye.

Peki bu durumda hangi olayı kabulleneceğiz, hangi olaya HAYIR diyeceğiz.

Aslında aradaki farkı anlamak çok kolay.

Eğer karşınızda ki insanın davranışı, size karşı yapılan bir şeyse, HAYIR deme vakti gelmiş demektir. Eğer karşınızdaki davranışı size karşı yapmıyor sadece kendi istediği şekilde davranıyorsa, o zaman secenek vakti gelmiş demektir.

Esra bana kıllık olsun diye, bana hakaret olsun diye, beni aşağılamak veya benden uzak durmak için telefonda konuşmuyordu. Telefonda konuşmayı sevdiği için konuşuyordu.

yağmurun dünyası: facebook 

İŞİMİZ EN BÜYÜK SERVETİMİZ...


Hayatın bizlere sunduğu en büyük ödüldür bir işte çalışmak. Onun sayesinde ihtiyaçlarımızı karşılar ve yine onun sayesinde kendi ayaklarımız üzerinde duruyor olamnın gururunu yaşarız. Kısacası yaşamak için çalışmak zorundayız.

Herşeyden önce maddi nedenlerdir bizi çalışmaya sevk eden.
Sonra insanoğlunun ihtiyaçlarından biri olan sosyal bir varlık olmak, çalışma hayatında kendisini bütün canlılığı ile gösterir.

Var olma nedenlerimizden birisi olan yaratma ve üretme duygusu bizi sürekli bir arayışa yönlendirir. Bu da işimizde, sosyal hayatımızda verimli ve başarılı olmamızı sağlar.

Çalışmak, toplumda tüketici değil de üretiyor olmak bir insan için ne büyük mutluluktur. İşimizi; emeğimizi ve yüreğimizi katarak, zekamızla yeteneğimizi birleştirerek onu bir sanata dönüştürmek. İşte ancak o zaman hissederek yaşar ve hayatımızdan zevk alır, aynı zamanda bir ışık olur aydınlatırız çevremizdeki karanlıkları. Sürekli bir şeyler üretmek ve yenilerin peşinde olmak bizi hep canlı tutacak ve yarattığı pozitif enerji ile hayat amacımız haline dönüşecektir. Oluşan bu pozitif enerji beden ve ruh sağlığımızı da olumlu etkileyecektir. Sanırım insanlardaki birçok hastalığın emeklilik dönemine denk gelmesi bir raslantı olmasa gerek. Çalışmak aynı zamanda yaşamın omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluktur. Bunun anlamını en iyi şekilde kavramak ve yaşamak için.

İşimiz ve orada geçirdiğimiz zaman yaşantımızın büyük bir bölümünü içine alır. Evde eşimizden ve çocuklarımızdan daha çok iş arkadaşlarımızla beraber oluruz. Bu nedenledir ki; Nerede ve hangi işi yapıyor olursak olalım ister bir çaycı, bir çöpcü ya da üst kariyer sahibi üst düzey bir yönetici hiç farketmez. İşimizi yaparken bir keman virtiyözü ya da bir ressam gibi kendimizden geçmeli onun içinde olmalı ve işimizi bir sanata dönüştürmeliyiz. Ne mutlu ki yaşam bize böylesine bir fırsat sunmuştur.

Herşeyin başı sevgi olduğu gibi, iş hayatında da mutlu ve huzurlu ve başarılı olmanın yolu işini sevmekten geçer. Ya sevdiğin işi yapacaksın, ya da yaptığın işi seveceksin.Eğer sevdiğin bir işi yapıyorsan bir gün bile çalışıyor olmazsın der şair.

İŞİNİ ÖYLE SEV Kİ! BAŞARILARIN, BEDENİNİ VE YÜREĞİNİ GÜÇLENDİRİRKEN, VERDİKLERİNLE DE YEPYENİ HAYATLAR BAŞLATMIŞ OLACAKSIN.

Biz çalışanlar olarak işimizi ne kadar çok sever ve elimizden gelenin en iyisini yaparsak, sadece bunu yaparsak hayatımızda mucizeler yaratabiliriz.

En basitten bir yemek yapmayı düşünelim, bütün malzemelerini tam ayarında katmış olsak da, eğer sevgimizi, yüreğimizi ona katmıyor ve isteyerek yapmıyorsak lezzet ve sunum bakımından başarılı olmamız mümkün olmaz.

Gerçek olan şu ki, biz istediğimiz hayat standartlarını yakalayabilmek için çalışmak zorundayız. Öyleyse seçimimizi doğru kullanarak, işyerinde geçen zamanımızı kendimize zehir etmektense nedenlerimizi ve sonuçlarını düşünerek yaşantımızın bir parçası kabul edip onu mutluluğa dönüştürelim.

İşimizde mutlu ve başarılı olmamız yaptığımız işe hangi duygu ve düşüncelerde yaklaştığımıza bağlıdır. Her şeyden önce itici ve teşvik edici bir güce ihtiyacımız var. Bizi sabah yatağımızdan kaldırıp işimizin başına getiren o güç ve o ana düşünce nedir? Sadece para kazanmaksa amacımız bütün gün, akşamın bir an önce olmasını iple çekeriz. Bedenimizle o işi yapıyoruzdur ama ruhumuz, yüreğimiz farklı yerlerdeyse, o işten haz almamız ve başarılı olmamız söz konusu değildir. Hep işin kolayına kaçarız ve bizden öncekiler nasıl yapmışsa aynı şekilde devam ederiz kendimizden hiçbir şey katmadan. Kitap gibi azbarlayip hergün aynı kitabı okumakta ısrar ederiz.

Peki neden?
Belki de bilinmeyene karşı bir korkudur içimizdeki, yeni şeyler keşfedip uygulamaya geçtiğimizde ret edilme düşüncesi alıkoymuştur hep bizi bazı atılımlardan.

Sadece bedenimizle çalışıyorsak işimizin KÖLESİ oluruz.
Bedenimiz ve beynimizle çalışıyorsak o işin USTASI oluruz.
Bedenimiz, beynimiz ve yüreğimizle çalışıyorsak işimizin LİDERİ oluruz.

Bedenimizle oldukça iyi bir performans gösterebiliriz. Durup dinlenmeden akşama kadar çalışabiliriz bu şekilde ancak işimizin KÖLESİ olabiliriz, yaptığımız işten zevk almak ve mutlu olmak gibi duygulardan yoksun kalırız. Oysa insan yaptığı işten zevk aldığı sürece mutlu, başarılı ve gelişimine açık olacaktır.

Bir kişinin iş yaparken bedenini ve beynini ortaya koyması durumunda ise, o işte ustalaşmış ve artık gözü kapalı hale gelmiştir. Mükemmeldir yaptığı işte kimse kendisiyle yarışamaz. Yinede mutsuzdur kişi tatmin olamaz, nedenini bilmediği bir eksiklik vardır içinde.

Eksik olan en önemli unsur her işe anlam katan yüreğimizi ve duygularımızı hesaba katmamaktır. İşinde ve iş yerinde mutluluğu yakalayan bir insan ancak tam manasıyla verimli ve mutlu olacaktır. En önemlisi ise beynimiz, bedenimiz ve yüreğimizle yaptığımız işte liderliği yakalamış oluruz. Lider olmak sadece bir yetki alıp emirler yağdırmak birilerini yöneltmek değil, sahip olduğu liderliği başarılarıyla, duruşuyla, hayata bakışıyla ve çevresine yansıttığı ışığıyla sergileyendir.

Beynimizde hapsolmuş düşüncelerimizi açığa çıkaralım çünkü yıllardır kafeslerinizde şıkışıp kalmış özgürlüğünü bekleyen kuşlar misali bizim emirlerimizi beklemektedirler. Yaptığımız iş ne olursa olsun ve alanda ne kadar iyi olursak olalım yine de kendimize kocaman bir NASIL? NİÇİN? NE ZAMAN? NEREDE? ve KİM? sorularını sormayı ihmal etmeyelim. Hem iş hayatımızda hem de sosyal hayatımızda iz takip eden değil, yarattıklarımızla arkamızda iz bırakan olmalıyız.

O halde gelin bugünümüzü kendimizin sıfır noktası olarak kabul edelim. Şimdiye kadar öğrendiklerimizin üzerine yeni yeni bilgiler deneyimler koyarak hayatımızda ki ikinci doğuşumuzu gerçekleştirelim.

Bu yazı YÜKSEL ERYILMAZ'ın yeni kitabından ve hatta daha basımda olan kitabından alıntıdır. İş yaşamından soğuduğum bir sırada karşıma çıktı.Evet çalışmak zorundayız... Kariyer planlama ile ilgili de yazılar yazmayı düşündüğüm için bu yazıyı sizinle paylaşmak istedim. 
                                                                            iyi okumalar......
 

İK KURNAZLIKLARI




Yönetim üyeleri tarafından,  çalışanlarımızdan birinin işten çıkarılmasına karar verildi. Bizim açımızdan çok şaşırtıcı bir karardı. Personelin, yılının dolmasına 10 gün vardı. Kıdemi yoktu ancak 4 haftalık ihbar tazminatı vermemiz gerekiyordu. İhbar tazminatı süreleri;

6 aya kadar 2 hafta,

6 aydan 1,5 yıla kadar 4 hafta,

1,5 yıldan 3 yıla kadar 6 hafta,

3 yıldan sonrası 8 haftadır.

Kendi isteği ile işten ayrılan kişinin çalıştığı zamanı göz önünde bulundurarak iş kanununda belirtilen ihbar süresini işverene bildirim yapmak durumundadır. Bildirim yapılmadığı taktirde, personelden ihbar süresi ücreti talep edilebilir. Aynı şekilde işçiyi çıkartırken bizimde bildirim yapmamız gerekir. Bildirim yapamıyorsak bizde belirlenen süre kadar ücretini ödemeliyiz.

Önceden verilmiş bir karar olmadığı için personele bildirim yapılamadı. Kanun tarafından belirlenen 4 haftalık ücreti ödendi. İşin kurnazlık tarafı fesih bildirimine tarih olarak 4 hafta öncesinin tarihi atılarak personele bildirim yapıldı. Yani biz size hem bildirim yaptık hem de paranızı ödedik diyeceğiz. Personel bu durumun farkında değil. 1 yılının dolmasına da 10 gün kalmış olduğu için haliyle kıdem tazminatını kaybedemem diyor. Dava açmayı düşünüyor. Avukatlar, kıdemi az diye bu tür davalara bakmak istemiyorlar. Bilelim öğrenelim..

AŞKBOOK-7


İLİŞKİ RAYINA NE ZAMAN OTURUR?

İlişki eğer Anadolu ekspresi olsaydı eminim oturacak bir rayı olurdu.

Diyelim önceki tuzaklardan hiçbirine düşmediniz ve bir şekilde birlikte 2-3 seneyi geçirmeyi becerdiniz. Bu sefer farklı bir viraja girmek üzeresiniz kemerleri bağlayın.

İlişki rayına oturdu artık zannedip, ilişkinin bakımını yapmayı bırakacaksınız.

Aranızda oluşan bazı sorunları eğer hemen masaya yatırmıyorsanız, karşınızdakine ve kendinize ilk aylardaki kadar, duygusal anlamda özenli davranmıyorsanız, aranızdaki bazı davranışlar alışkanlık haline gelmeye başlamışsa, ilişkinin bakımını yapmayı bırakmışsınız demektir. Aynen hiç bakımı yapılmayan bir araba gibi bir süre sonra sizi yolda bırakacaktır. Evet o arabada bir zamanlar son modeldi. Sıfır kilometrede gıcır gıcırdı, ama üç senedir servis yüzü görmemiş garibim, elbette hurdaya çıkacak.

İLİŞKİNİZDE HURDAYA ÇIKIYOR.

Sonra bunun neden olduğunu anlamaya çalışan İsviçreli bilim adamlarıhemen bilimsel bir açıklama ile çıkıveriyorlar ortalığa. 'Aşk kimyasal olarak 3 yılda biter.'

Ve her nedense bu İsviçreli bilim adamlarının da bir türlü adı soyadı olmaz, ya da amcaların hepsinin adı İsviç,soyadları Reli ve ben bi türlü anlayamadım bu olayı.

Aşk ölmez. Sadece hurdaya çıkar çünkü bakımı yapılmamıştır. Nasıl olsa rayında gidiyor diye, artık ilgilenilmemiştir.

Gelin bu bakım yapma olayını, sonra açıklayacağım dediğim, ilişkide anda kalmaya bağlayalım.

İlişkinin başlarında yepyeni bir heyecan içinde herşeyi paylaşıyor, konuşuyordunuz. Hafta sonu en güzel şekilde geçsindiye önceden programlar süprizler yapılıyordu. Doğum günleri yılın en güzel günleriydi. Ahh ahh kim bilir ilk iki sene neler yaptınız doğum günlerinizde? Sevgililer günü romantizmin doruğu idi. Yıldönümleri başladı ve harika kutlamalar yapıldı.

Sonra KANIKSADINIZ! Ve bunun değişmesi için hiçbirşey yapmadınız. Çünkü kanıksamanın doğal olduğu, aşk denen şeyin zaten geçeceği size öğretildi.

Esra da ben de, acaba dedik, gittikçe güzelleşen ve gelişen, ilerleyen yılları, ilk yıllarından bile daha güzel olabilen bir ilişki olur mu? Sırf kendimize bu soruyu sorma hakkı tanıdığımız, İsviçreli amcaları iplemediğimiz için, o alanın yaratılması için gerekli siparişi vermiş olduk. VE OLDU.

Lütfen şu an bir düşünün;
-En son ne zaman sevgilinize, eşinize SENİ SEVİYORUM veya ÖZLEDİMM diye mesaj attınız. Ortada hiçbir sebep yokken, sevgiliniz sadece iş yerinde veya bir arkadaşı ile yemek yerken ve bir saat sonra zaten eve dönecekken?

-En son ne zaman sofrayı kurduğunda (kadın ya da erkek farketmez) otururken, 'Ahh canım ellerine sağlık sofrayı kurmuşsun' dediniz? İlle masada şamdanlar ve şampanya olmasına gerek yok bu lafı söylemek için.

-En son ne zaman, bir filmin tam ortasında, durup dururken, 'Bir tanem seninle olduğum için çok mutluyum' dediniz?

-Ne zaman sabah uyandığınızda, gece uykunuzda onu özlediğinizi fark ettiniz ve bunu ona söylediniz?

Bu maddeleri tek tek düşünerek yazıdm çünkü bunlar geçtiğimiz on gün içinde Esra ile benim birbirimize söylediğimiz maddelerdi. Yani bir tarafımdan uydurmuyorum. İşte bu sayede bir ilişki ilk ayları gibi yaşanabiliyor, yıllar sonra bile.

Ne zaman bir şeyi kanıksamaya başladığımızı hissetsek hemen sanki ilk defa yapıyormuş gibi davranmaya başladık. Odağımız sürekli 'yeni neler yapabilirim?' gibi bir cümlede olduğu için zaten gelen fırsatları ikimizde hemen değerlendiriyoruz. Bir örnek vereyim....

Daha bir iki hafta önce evlilik ve ilk çıkmaya başlama yıldönümüzdü. Çıkmaya başladığımız aynı günden, dört sene sonra evlendiğimiz için, ikisini hep aynı anda kutluyoruz. Esra'nın bir yoga kampında olması gerektiği için, yıldönümümüzde yollarda olacaktık. Bir hafta önceden planlarımızı yaptık ve gideceğimiz yere 10 saat araba kullanmak istemediğim için arada küçük bir kasabada, son derece küçük bir motelde kalmaya karar verdik. Gece uyuyacak, sabah yola devam edecektik. Akşam saat dokuz civarında kasabaya vardık, motele kaydımızı yaptırdık ve odamıza doğru ilerlemeye başladık.

Motel o kadar küçüktü ki bavulları bile biz taşıyorduk. Genelde bütün bavulları ben taşırım ama o gece Esra'nın eline de bir bavul sıkıştırverdim. Bir şey taşırken önden acele acele gideceğini biliyordum. Amacım onun önden gitmesi ve onun kapıyı açmasıydı. Anahtarı aldı benden, koştura koştura odaya gitti, kapıyı açtı.

Oda mumlarla donatılmış ve yatağın üzerine yüzlerce gül yaprağı serpilmişti. Kocaman bir notta 'MUTLU YILDÖNÜMLERİ!' yazıyordu.

Yedi yıldır birlikteyiz. Onlarca süpriz yaptım. O da bana yaptı. Bu sefer yolda olacağımızı ikimizde biliyorduk. Hİç kutlama yapılmasa bile olurdu, iki tarafta bunu anlayışla karşılardı.

Ama yukarıda ki cümleye lütfen bir daha bakın. O cümle İlişkiyi AN'da yaşıyan birinin cümlesi olamaz. 'Yedi yıldır birlikteyiz' sadece geçmişte yaşayan bir cümledir. İlk yılımız olsaydı yukarıdaki cümleyi kurabilir miydim? Motelde bile olacak olsak bir şey yapamaz mıydım? EVET YAPARDIM. O zaman şimdi de yaparım. Bir ilişkiyi ilk yıllarında ki heyecanla HATTA daha bile güzel mi yaşamak istiyorsunuz? O zaman hala İLK YILI GİBİ DAVRANIN.

Ertesi sabah önce ben kalktım. Evlilik yıldönüzün ilk sabahı idi. Banyodan odaya doğru geçerken Esra'nın yavaş yavaş yatakta doğrulmaya başladığını gördüm. 1-2 saniye daha kendine gelmesini bekliyordum çünkü 'Mutlu yıldönümleri!' diye bağıracaktım. Ben tam beklerken daha gözleri bile açılmamış bir şekilde, 'Mutlu yıldönümleriiiiiiii!' diye bağırdı ve kahkahalarla gülümsemeye başladık.

Yine beni yenmişti. Her sene oynadığımız bir oyun bu. Kim ilk önce söyleyecek diye.

Çok mu aptalca geldi size, çok mu çocukça, çok mu gereksiz ve saçma buldunuz 40'ına gelmiş iki insanın böyle davranmasını. Onca dert tasa varken, hayatın gerçekleri varken çok mu delice buldunuz bu davranışı?

O zaman hiç mutlu bir ilişki aramayın. Gidin, İsviçre'ye bir uçak bileti alın. Oradaki bilim adamları ile güze güzel vakit geçirin.



                            FACEBOOK : YAĞMURUN  DÜNYASI

                               

25.03.2013

MOBBİNG SÜRECİNİN AŞAMALARI



 Leymann, Mobbing’ i beş aşamalı bir süreç olarak tanımlamaktadır.

1.Aşama:Çatışma; Bu aşamada çatışma olarak tanımlanan, tetikleyici kritik bir olayın ortaya çıkması söz konusudur. Bu aşamada süreç, henüz mobbing niteliğini kazanmış değildir. Ancak sergilenen davranış kısa bir süre içinde, mobbing davranışına dönüşebilir.

2.Aşama: Saldırgan Eylemler; Mobbing sürecinde ortaya çıkan davranışlarının tümünün, kişiyi işyerinden uzaklaştırmak amacıyla yapılan saldırı girişimli davranışlar olduğu söylenemez. Bununla birlikte taciz edici davranışlar, hemen hemen her gün ve uzun süre düşmanca bir amaçla devam ederse; normal günlük iletişimin içinde ortaya çıkan davranışlar olarak kabul edilebilir. Bu davranışlar, zaman içerisinde şekil değiştirerek kişiyi, grup içinde yalnız bırakıp cezalandırmaya yönelik saldırgan eylemlere dönüşebilir. Saldırgan eylemlerin ve psikolojik saldırıların başlaması, mobbing dinamiklerinin harekete geçtiğini gösterir.

3.Aşama: İşletme Yönetiminin Devreye Girmesi; Yönetim olayları yanlış yargılayıp suçu, yalnız bırakılan mobbing mağdurunda bulma ve problemi başından atma eğilimini benimseyebilir.  Bu noktada yönetim, negatif döngü içindeki yerini almış olur. Bireyin çalışma arkadaşları ve yönetim, bireyin işi ile ilgili temel nitelikleri yerine, kişisel özellikleri ile ilgili hatalar bulma ve kişiyi damgalamaya yönelik açıklamalar üretmeye başlar. Bu aşamada yönetim, özellikle üzerinde taşıdığı ‘çalışma ortamının psikososyal durumunun kontrolü’ sorumluluğunu reddederek mobbing süreci içinde yerini alır ve döngüye katılır.

4.Aşama: Yanlış Yakıştırmalarla veya Tanılarla Damgalanma; Mobbing kurbanı yanlış yorumlar sonucu ‘zor insan’ ‘paranoyak kişilik’ veya akıl hastası olduğunu düşünmeye başlar. Yönetimin yanlış yargısı ve mobbingle ilgili yeterli bilgileri olmayan sağlık uzmanlarının yanlış tanıları, bu negatif döngüyü hızlandırır. Kişi iyileşmek için çeşitli merkezlere başvurabilir.

5. Aşama: İşine Son Verilme; İşyerinden uzaklaştırıldıktan sonra kişiye inanılmaması veya inanılmak istenmemesi, başka bir deyişle, kişinin iş yaşamından uzaklaşmasına neden olan olaylarla ilgili herhangi bir çaba gösterilmemesi sonucunda, kişinin yaşadığı duygusal gerilim ve onu izleyen psikosomatik hastalıklar devam eder, hatta yoğunlaşır. Mobbing süreci sonunda işyerinden uzaklaştırılan kişi üzerindeki sarsıntı, travma sonrası stres bozukluğunu tetikler.

Kaynak: İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing)
Prof. Dr. Pınar Tınaz

23.03.2013

YAĞMUR OTEL AÇILDI...


Yazı yazmayı sevdiğim için bir yazı dizisi hazırladım kendi çapımda, ve bunu ilerletmeyi istiyorum. İlk yazı dizimle başlıyorum. Eminim başarıcağım bu işi :))) YAĞMUR OTELİ açıp danışanların yaşayabileceği sorunları dile getireceğim. Yazı dizisinin konusu bu olacaktır. Size iyi okumalar...





Deneyim başımıza gelen şeyler değil,
bizim başımıza gelenlere verdiğimiz tepkilerdir.
                                                              ALDOUS HUXLEY

Kitaplardan ne öğrenmiş olursak olalım, hayatın doğası gereği bilgeliğe ulaşmadan önce saygınlığımızı kaybederiz, yukarıda ki cenneti görmeden önce dizlerimizin üzerine düşeriz ve ışığı görmeden kendi karanlığımızla yüzleşiriz. Her birimiz dünya ya dair bilgelik edinmek için deneyimlemeye geliriz.

Duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaptığımı anlarım...
                                                                              Zen sözü

Kendi hayatımıza yön vermek için uğraşırız, kitaplar okur,kendimize sorular sorar ve kim olduğumuzu öğrenmeyle başlarız ya da başlamalıyız. Kişisel gelişim aslında insanın kendini tanımasıdır. Yapmaya çalıştığımız sadece hayatımızı düzene sokmak için çaba harcamaktır. Paramızı nasıl yönetiriz, Aşkı nasıl buluruz,Kariyer nasıl olusturulur....vs.. sorularla boğuşuruz.

Bunlarla boğuşurken asıl soru çıkar karşımıza Ne istiyoruz? bunu bulmak için yardım ararız...

Kitaplar okur,içindeki testleri çözer, aslında hala ben ne istiyorum derdinden çıkamayız...

Nitelikli emek size kitaplardan ya da üniversitlerde bulamayacağınız bir şeyi öğretir.
                                                                                             Harriet Robinson
Bu yüzden Yağmur Otel acılıyor.... Gelen danışanların öyküleri uyguladığı teknikler ve yaşanılan olaylar bu okulda...

Yaşama ara vermek isteyip, bir nefes almalıyım diyenlere açıldı. Yeşillikler içinde sarı bir bina etrafında meyve ağaçları, ağaçların arasından geçen taşlı yolun üzerinde kırmızı banklar...
Bu güzel otelde danışanları ve çözümleri görücez...ya da çözülmeyenleri...

Bu dünyada var olan her şeyin gizli bir anlamı vardır. İnsanlar,hayvanlar,ağaçlar ve yıldızlar, bunların hepsi hiyeragliftir...fakat ancak uzun yıllar sonra bazılarımız bunların anlamını cözmeye başarır.
                                    Nikos Kazantzakis




hiyeraglif anlamı resim yazı

 

22.03.2013

KORKMA YE!!


Yemek bir ihtiyaç, tadını çıkarmaksa bir sanattır.
                                                    La Rochefaucauld

Kilo sorunu yaşayan insanların birçoğu aslında bedensel açlıktan değil, duygusal açlıktan yemek yer. Yemek daha çok stres ve sorunlarla baş edebilmek ya da zor bir günün sonunda kendini ödüllendirmek için kullanılır.



Sağlıklı olmak bütünü görmekle mümkündür.

Bir tarafta yemek bir nimetken diğer taraftakiler açlık hissetmedikleri halde yemeyi sürdürüyor. Kendilerini yemeğe karşı savunmasız ve caresiz hissediyor, ya bedenlerini aç bırakıyor ya da sınırsızca yiyor. İşkence bununla da bitmiyor; günün büyük kısmını 'zayıflık' ve şişmanlık hakkında düşünerek geçiren bu insanlar, sık sık yeni bir beslenme alışkanlığı edinmeye çalışıyor, yemek yediğinde kendisine kızıyor ve bedenini sevmiyor.

Alman psikiyatrist Ernst Kretschmer, 1921 de yaptığı araştırmalar sonuncunda insanlarda üç değişik beden tipolojisi olduğunu bulmuştur. Buna göre 'Astenik Tipler' (ince,narin) zayıf bir beden, düz bir karın ve göğse sahiptir. Bunların kemikli bir yapısı vardır ve bedenleri fazla yağ depolamaz. 'Piknik Tipler' (kısa ve geniş) yuvarlak bir bedene sahiptirler. Genelde göbekli ve yuvarlak suratlıdırlar ve bedenleri yağ depolamaya müsaittir. 'Atletik Tipler' (güçlü ve kaslıdır)

Kilonuzu boyunuzun karesine böldüğünüzde her anlamda değerinizi anlayacaksınız. Eğer ortaya çıkan rakam 25 in üzerindeyse şişman, 30 un üzerindeyse obez, 40 ın üzerindeyse hastalıklı obezite katagorisine girersiniz. İnsanın kilosunu boy ölcüsüyle bölerek elde edilen bu son derece basit ve saçma rakam buğün artık insanların duygularını, toplumsal başarılarını ve herşeyden önce bütün varoluşlarını belirtmektedir.
bu formülü ne kadar saçma olduğunu anlamak için köpeğinize uyguladığınızda görürsünüz.

Feng-shui diyeti ve ananas diyeti gibi uzatılabilecek bu diyet listelerine uyarak yeme davranışlarını değiştiren insanların her diyette yemekle olan ilişkileri daha da bozulur.

Vata Prensibi nin amacı normal insanların inceltip yürürlükte ki norma uydurmak değildir. Vata Prensibi, uzun yıllardır diyet kısır döngüsüne girmiş, yemekle ilişkisi tamamen bozulmuş, yediği her lokmadan dolayı suçluluk duyan insanlar için geliştirilmiştir.

En önemlisi kendimiz için yapabileceğimiz en iyi şey kendinizi olduğunuz gibi kabul etmektir.

Sağlıklı bir şekilde besleniyor, yeteri miktarda su içiyor ve bedeninizi yeteri kadar hareket de ettiriyorsanız o zaman ortada hiç bir sorun yoktur. Bunlar zaten bedenimizin temel ihtiyaçlarıdır.

Eğer sürekli neyi yiyip neyi yememeniz gerektiğini düşünüyorsanız, her yeni çıkan diyetten medet umuyorsanız, haftalarca sırf protein, sırf karbonhidrat ya da sebze ve meyve tüketiyorsanız, metobolizmanızı aktif tutabilmek için ara öğünler yiyorsanız, zayıflama hapları alıyorsanız, yemek sizin bir numaralı düşmanınız haline gelmişse, canınız bir parça et yemek isterken siz salatada ısrar ediyorsanız, bazen geceleri gizliden buzdolabına gidip kendinize gündüz yasakladıklarınızdan tüketiyorsanız bu yöntem size faydalı olacaktır. Çünkü Vata Prensibi nin amacı bu kısırdöngüye girmiş insanların yemekle tekrar normal bir ilişkiye girmesini sağlamaktır.

Yemekle normal bir ilişkiye girmek demek, kişinin yanlızca ve yanlızca fiziksel açlık hissettiğinde yemek yemesi, canın çektiği şeyleri tüketmesi ve herşeyden önemlisi, doyduğunda durmasıdır. Yani bedeninin verdiği sinyallere göre hareket etmeyi öğrenmesidir.

Kitapta bir adet cd hediyeli. Kitapta çokca alıştırma bulunmakta ve bilgi dolu bir kitap ben çok beğendim sizinde beğeniceğinizi düşünüyorum..Okumanızı tavsiye ederim.

Bu konuya benzer yazılarım....
 
Tek şişman beyniniz...

Acı biberle tatlı son

 

REKABET YASAĞI İŞ SÖZLEŞMESİ




       REKABET YASAĞI İŞ SÖZLEŞMESİ

Rekabet yasağı (veya iş sırrının korunması) konusunda ise sözleşmelere işçinin işten ayrıldıktan sonra çalışma özgürlüğünü makul ölçülerde sınırlayan bir hüküm getirilirse uygulanabilir. Sınırlama makul ölçülerin dışına çıkarsa uygulama imkanı yoktur. Örneğin, özel hastanede çalışan bir ebe veya hemşirenin buradan ayrıldıktan sonra 10 sene başka yerde çalışamaycağı konusundaki hükmün bir geçerliliği olamaz. Bu sınırlamanın yer, zaman ve konu yönünden makul ölçülerde olması gerek.
Yer sınırlaması; örenğin Türkiye genelinde çalışmayı yasaklayan sınırlama geçersizdir, ama ilk işyerinin bulunduğu il olan Adana il sınırları içinde getirilen yasak makuldur.
Zaman sınırlaması; 10 yıllık süre uzun 2 yıllık süre makuldur.
Konu sınırlaması; işçinin her alanda çalışmasını yasaklayan sınırlama geçerli değil, bir alanda (örenğin hemşire ise hemşirelik konusunda) getirilen yasak geçelidir.
Sözleşmenin geçerli olabilmesi için bu üç konuda da sınırlama içermesi ve sınırlamanın da makul olması gerekir. Sadece bir veya iki konuda sınırlama getirip de üçüncü konuyu geniş tutması geçerli olmaz.

Sizin imzalayacagınız sozlemede de aynı sekilde rekabet yasagı duzenlenmis ve bir sene yukarıda yapılan acıklamaya gore makul bir sure diger yandan ikinci maddede aynı sekilde yine dolaylı olarak rekabet yasagını duzenleyen bir maddebana kalırsa her iki maddede icerigi acısından cok genis olmayan ve makul sure ve sınır iceren maddeler yani maddelerin gecersiz sayılacagı dogrultusunda bir duzenleme yok aksine rekabet yasagı ile ilgili duzenlemelerde bu doğrultuda.
Benim düsüncelerime ve yasal duzenlemelere gore her iki maddede gecerli yani avukatlar sadece yasal duzenlemeleri sozlesmeye uyarlamıs burada maddeleri gecersiz kılacak tek unsur her iki maddede de yer sınırlaması getirilmemis yani 1 yıl makul bir sure ancak yer sınırlaması getirmedigi icin yukarıdaki metinde de yazdıgı gibi tüm Türkiye gibi bir sınırlama elbette gecersiz olacaktır ancak yine soyle bir durum var diyelim ki demir celik iscisisiniz yada pamuk iscisisiniz bu durumda da yer sınırlamasını belirtme gibi bir zorunlulugunun oldugunu sanmıyorum isverenin cunku zaten calısma alanları sınırlı yani Türkiye capında cok yaygın is agına sahip bir sektorde calısıyor olsanız belki bu nedenden dolayı bu iki maddede getirilen yükümlülükleri gecersiz kılabilirsiniz

KENDİNİZE GÜVENİN...


Emekli Doktor A.J.Cronin ilk romanını yazmak için İskoçya daki küçük bir çiftçi topluluğunun yanına taşınmıştı. Aylar boyunca kendi el yazsısıyla sayfalar doldurduktan sonra bunları daktilo edilmesi için Londra ya gönderdi. Daktilo edilmiş metin geri döndüğünde Cronin yazdıklarını bir kez daha okudu ve yazdığı metnin vasatlığı karşısında şaşkına döndü. Yaptığı işten hiç memnun kalmayan Cronin, çiselenen yağmurun altında yüremeye başladı. Elindeki metni bir kül yığının içine attıktan sonra fundalıklara doğru ilerledi. Orada, bataklık bir arazide bir drenaj çukuru kazmakta olan yaşlı bir çiftçiyle karşılaştı. Çiftçi, Cronin e yazdıkları hakkında sorular sordu ve el yazmasının kaderini öğrendi.

Çiftçi, kısa süre durakladıktan sonra şöyle dedi; 'Babam hayatı boyunca bu bataklıkta drenaj çukurlarını açtı ama asla burayı bir otlak haline getirmeyi başaramadı. Bende aynı şeyi yapıyorum ve henüz başarılı olamadım. Ama çayır olsun olmasın, babamın da bildiği bir şeyi biliyorum; yerterince uzun kazmaya devam edersen, burayı bir otlak haline getirebilirsin.'

Cronin eve doğru yürümeye başladı, kitap taslağını küllerin üstünden aldı ve onları sobanın üstünde kuruttu. Sonra, yeniden yazmaya başladı ve yazdığı şeyler onu memnun edene kadar pes etmedi. 'Şapkacının şatosu' adlı romanı, onu takip edecek bir dizi başarılı romanın ilki oldu. Hepsine sebep olan şey Cronin' in bir bataklıkta bir öğretmenle karşılaşmış olmasıydı...

                                                            :       Hayatı:;

Archibald Joseph Cronin; 1896 yılında, İskoçya'nın Cradross şehrinde doğdu. I. Dünya Savaşı çıktığı zaman, Glasgow Üniversitesi'nde Tıp tahsili yapmaktaydı. Silah altına alınarak, İngiliz donanmasına doktor olarak atandı. Savaştan sonra Güney Wales (Gal) bölgesinde, küçük bir şehirde doktor olarak çalışmaya başladı. Bir yıl kadar maden ocaklarında da doktorluk yapan Cronin, Londra'ya giderek muayenehane açtı. Fakirlere parasız bakması, hastalarıyla içten ilgilenişi, onun kısa sürede daha geniş çevrelerce tanınmasına neden oldu. İyi kazanan bir doktor olmuştu. Bir mide rahatsızlığı geçirmesi, onun bir süre için doktorluğu bırakmasına sebep olmasaydı, edebiyat dünyası böyle usta bir yazarı tanımamış olacaktı. 1930'da hastalığı geçip bir köyde dinlenirken, uzun zamandır beklediği fırsat eline geçmiş oldu. Yıllardır, aklında tasarladığı konuyu yazma kararı aldı. İlk romanını (Şapkacının Şatosu), aylarca çalışarak tamamladı. Çok başarılı bir eser oldu. Eleştirmenler ; Cronin'in yazılarını Thomas Hardy'ye, Charles Dickens'e, Honore de Balzac'a benzettiler. Bu başarı; yazarın , kendisini bütünüyle edebiyata vermesini sağladı. Edebiyat dünyasındaki, ünlü yazarlar arasındaki yerini aldı. Eserleri ; hep çok içli, insani konuları işleyen, bunların çok usta bir dille anlatılan yazılar olduğu için, Cronin'in başarısını sağlayan en önemli unsur olmuştur. 1981 yılında öldü

Eserleri ;

 



"İntermezzo" Bohem Hayat
Sabah Yıldızı
Şahika
Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum
Hayat Bir Utanmaz Kitap
Herkese Özgürlük Anne, Ama Bana da...
Her Şeyin Başı Sağlık
Beni Sakın Unutma
Öykünmece
Or'da Kimse Var mı? Kitap 3 Valla Kurda Yedirdin Beni!
Safsata Kılavuzu Laf Ola Beri Gele
Maymunların Resim Yapma Hakkı ve Duchamp Sonrası Krizi
Harran
Yıldızlar Bakarken
Yürek Söken
Kayıp Dünya
Entelektüelin Siyasi İşlevi Seçme Yazılar 1
Gırgıriye Sulukule Müzikali Müzikli Komedi, 2 Bölüm
Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil
Yazılar (1936)
Konumuz Edebiyat
Antik Yunan Lirikleri I Skolia - Laika
Onbaşı Nezahat: 10+ Yaş / "Kızlı Alay"ın Kızı Onbaşı Nezahat



Bu hayat öyküsünden ilham alarak bende yazı yazmaya başlıyorum. Böyle hikayeler gerçekten paylaşılmalı ve bunlardan faydalanmalıyız. Kendimce bende birşeyler yapmaya başlıyorum.



 

İŞÇİ DAVALARI


 50 şubesi olan bir firmada insan kaynaklarında çalışıyorum. Şubelerimizde çalışan personellere işe başlamadan önce iş sözleşmesi yapıyorum. Sözleşmemizde yeri belli ancak başka bir şubeye geçebilir şeklinde bir madde yer alıyor. Yani bizim Levent şubemizde çalışan personel, Mecidiyeköy’ de ki şubemize geçebiliyor. Yine böyle bir durum ile karşı karşıya kalındı. 2003 yılında bizde işe başlayan kıdemi de haliyle fazla olan personel, başka bir şubeye nakledilmek istendi. Ancak Personel bunu kabul etmedi. İşten çıkarılmayı ve kıdem tazminatını almayı talep etti. Böyle bir durumda insan kaynakları görevlisi Yönetim ne derse onu yapar. Yönetim de kabul etmedi.



 Öncelikle başka şubeye nakli gerçekleştirildi. Yani sigortası belirlenen şubede açıldı. Personel işe gitmeyi kabul etmediği için gelmediği her güne tutanak tutuldu. Yasal olarak işciyi bir ay içerisinde 3 işgünü işe gelmez ise çıkarma hakkımız vardır. Bizde bu haktan yararlanarak noter aracılığı ile iş akdinin fesh olduğuna dair ihtarname gönderdik. Şu an hakkını isteyen personel bize dava açmış durumda. Önümüze çıkacak her tedbir alındı.

Mahkemeler işçiyi genellikle haklı bulmaktadır. Ancak işveren kısmı da işini iyi bilmektedir. İzin formları imzalatıldı, her yıl başında mesaiye kalmayı kabul ediyorum yazısı alındı. Bakalım dava sonucu ne olacak..

AŞKBOOK-6


SEVGİNİN İSPATININ ARANMASI

Eğer ilişkide kendiniz olmaktan vazgeçmeye başladıysanız çok kısa bir sürede başınıza gelecek tek şey BAĞLANMAK olacak demiştik. Bağlandığınızdaysa başınıza gelecek tek şey KAYBETME KORKUSU olacaktır. Çünkü bağlandığınız an, artık onsuz olma fikri sizin için kabus halini alacak.


 Kaybetme korkusu başladığı anda ise, şu dakikaya kadar bu ilişkide yapmadığınız bir şeyi yapmaya başlayacaksınız, 'onu kaybetmek için bir neden olmadığını kendinize ispatlamak'. Peki sizce, bunu nasıl yapacaksınız? Onun bütün davranışlarını mikroskop altına yatırarak. Size olan sevgisinin ispatlanması en önemli madde halini alacak ilişki içinde. Çünkü ANCAK sizi sevdiği sürece, bu ilişki içinde kalacağından emin olabiliceğinize inanmaya başlayacaksınız. 'Yok yahu ben öyle bir şey yapmam' diyenler şu cümlelere bir göz atsınlar.

-Bak ya bu hafta benimle çıkacağına arkadaşları ile çıkmayı tercih etti.Off yaa off.
-Eskiden günde 2-3 mesaj atardın. Şimdi aklına bile gelmiyorum.
-Facebook'ta gördüm seni, Farmville oynamışsın 15:37 de. Ona vaktin var, beni aramaya bi vaktin yok.
-İnsan uçaktan iner inmez bi haber verir yani çok ayıp çok.
- Ee kimler vardı gittiğin doğum günü partisinde. Yok yani sadece meraktan, laf olsun diye soruyorum valla.
-Yani o kadar saat yemeğe gittin,gelince aramadın bile beni, tamam anladık ama insan bir peçete getirir restoranda yahu. Hani seni düşündüm orada da gibilerinden. (Bu sonuncuya hiç şaşırmayın 90'lı yıllarda bir ilişkimde ben söyledim bunu;))

Teprikler tam bir Nazi oldunuz. Esir kampları sağdaki sokaktan girince hemen sol kolda.

Bu noktadan itibaren sevgiliniz ne yaparsa yapsın artık çok geç. Siz sürekli daha fazlasını isteyeceksiniz çünkü her dakika KORKU İÇİNDESİNİZ. Egoyu, süper aç bir çizgi film kahramanı gibi düşünün. Her dakika yemek yemek isteyecek.

Sevginin ispatının aranmaması gerektiğini BİR CÜMLE içinde Esra'dan öğrendim. Sizinle paylaşayım. Umarım size de aynı soğuk duş etkisini yaratır.

İlk aylarımızdan birinde Esra, şu an hatırlayamadığım bir yerlere gitmiştir. Bir süre birbirimizi göremedikten sonra, bir pazartesi sabahı kendisini havaalanından aldım ve hemen güzel bir kahvaltıya gittik. Tam biz hasret giderirken ailesi aradı Esra'yı. Perşembe sabahı tatile çıkıyorlarmış onu haber vermek istemişler. Konuşma nasıl gelişti bilmiyorum ama birdenbire Esra'nın ağzından ağır çekimde şu cümlelerin çıkyığını duydum.

-Aa o zaman ben de sizinle geleyim perşembe sabahı, harika olur!

Kalp krizim ve beyin kanamam arasında yaptığımız kavgayı çok net hatırlıyorum.

-Sen daha yeni gelmedin mi?
-Bu kadar uzun süredir birbirimizi göremedik ve sen dört gün içinde yine mi gidiyorsun?
-Bu nasıl ilişki, bu nasıl sevgi böyle yaaa?

Bunlar burada yazabileceğim en nazik cümlelerim ;) İşte o sırada Esra, benim için rönesans olan tarihi cümleyi sarf etti.

-Eğer sana olan sevgimi, sana baktığımda gözlerimin içinde göremeyecek, sana dokunduğumda enerjimden hissedemeyecek kadar kalassan, hiç işimi gücümü bırakıp sana bunu ispatlamaya çalışmayacağım. Zaten işe yaramayacaktır.
(Kısa bir sessizlik... Jeton düşme sesleri...)
-Perşembe sabahı seni havaalanına bırakayım mı Birtanem?

Sevginin ispatının aranması Türkiye'nin çok genel toplumsal ego kodlarından biri. Çünkü çocukluğumuzdan itibaren şöyle yetiştirildik.

-Bak tabağındakileri bitirmezsen anne çok üzülür.(Annenin seni sevmesi için şunu ve bunu yapman lazım.)
-İlkokullardaki okuma bayramı muhabbeti.
'Çocuklar Selim'i alkışlayalım, sınıfta ilk okuyanlardan biri oldu şimdi kırmızı kurdalesini takıyoruz. Murat, Canan,Sibel size kırmızı kurdale takamıyoruz çünkü beceremediniz. Onun yerine 20 yıl kadar sonra sizi Aykut Oğut'a göndereceğiz.'

Bugüne kadar, sırf kırmızı kurdale takılmadığı için yetersiz olduğuna, yetersiz olduğu için sevilmediğine inanan kaç kişi ile çalıştım tahmin bile edemezsiniz.

-Kolej sınavları kazanıldığında, sanki olimpiyat şampiyonu olmuş gibi konu komşuya gösteriye çıkartıldık. Okullarda takdir ve teşekkür kavramları vardı. İyi güzel buna hiçbir itirazım yok AMA başarısız olduğumuzda niye hemen cezalandırıldık? Sınıfta kaldık, televizyon izleyemedik, bisiklet alınmadı. NİYE ÖNCE BAŞARI,SONRA SEVGİ formülüne saplanıp kaldık?

Halbuki şöyle bir çocukluğumuz olsa fena mı olurdu?

-Evet derslerinden geçemedin canım oğlum, canım kızım. Demek bu sene kafan fazla doluydu. Belki babanla ben fazla beynini....! Gel sana güzel bir bisiklet alalım, seni prensler,prensesler gibi yaşatalım, biraz kendine gel, seneye daha güzel güzel çalış derslerine.

Aman ALLAH korusun, şımarır!

Şımarmakta, şımartılmakta ne mahzur olabilir ki yahu?

Bir insanın kendini, kendi ile ilgili iyi hissetmesinden daha güzel ne olabilir bu dünyada. Lafım sadece ilişkiler için bu yazıyı okuyanlara değil, aynı zamanda anne-baba olanlara da. Çocukluğunuzda şımartılmadığınız için, artık OLUMLAMA denilen tekniklerin peşinden aç ciğerçi kedileri gibi gidiyorsunuz.

-Kendimi seviyorum.
-Ben çok güzelim.
-Ben çok başarılıyım.
-Ben bir harikayım.

İşte her olumlama kitabında bulabileceğiniz en basit cümleler. Bu cümlelerin ne olduğunu zannediyorsunuz ki? Çocukluğunuzda size 'aman şımarmasın' diye söylenmemiş olan cümleler hepsi o kadar.

İlişkilerinizde habire sevginin ispatını ararken bir yandan da, şımarmasın karşı taraf diye, kendiniz sevginizi göstermekten uzaklaşıyorsunuz.

Şu cümleyi bir kere bile kullandıysanız lütfen anında hayatınızdan çıkarın.'Aman çok yüz verme adam-kadın başına çıkar valla. Sonra değerini bilmez, çeket gider.'

Ahh bu cümleyi ilk söyleyeni bi bulsam, biliyorum ona neler yapacağımı.